Resveratrol

Resveratrol Nedir, Ne İşe Yarar?

Bir antioksidan yuvası olarak bilinen resveratrol, vücudun yenilenmesinde ve sağlıklı bir şekilde çalışmaya devam etmesinde en önemli etken maddelerden biri olarak biliniyor. Resveratrolün tarihine baktığımız zaman, içerisinde en çok resveratrol bulunan ve dünyadaki ilk bitkilerden biri olarak bilinen asma karşımıza çıkıyor. Yeryüzünde yetişen ilk bitkilerden biri olan asma; sert ver dengesiz iklim şartlarında ayakta kalmak adına en çok dayanıklılığa sahip olan bitkilerden biridir. Asmanın bu özelliğinin ise içerisinde bulunan ve kendini korumak adına muhafaza ettiği resveratrol ile bağlantılı olduğu ortaya çıkmıştır. Burdan yola çıkarak resveratrolün hücre dayanıklılığını arttıran ve hücrelerin gördükleri zararın en aza indirilmesinde büyük rol oynayan bir antioksidan çeşidi olduğunu görüyoruz.

Resveratrol ile ilgili yapılan araştırmalar incelendiğinde bu araştırmalarda en çok şaraptan yararlanıldığını görürüz. Bu durum yukarıda da anlatıldığı gibi asmanın içeriğinde bolca resveratrol bulunması ile yakından ilişkilidir. Şarapları ile meşhur olan Bordeaux kentinde yapılan bir araştırmada burada yaşayan kişilerin kalp ve damar hastalıklarına yakalanma oranlarının çok az olduğu görülmüştür. Buradan resveratrolün kalp ve damar sağlığını koruduğu bilgisine ulaşabiliriz. Resveratrolün diğer faydaları arasında ise; ciltteki yaşlanam belirtilerinin önüne geçmesi, saç ve tırnakların güçlenmesine yardımcı olması, kolesterolün dengede kalmasında büyük önem taşıması, kilo alımının önüne geçmesi ve kilonun korunması konusunda vücudun gösterdiği dirence deste olması yer alır.

Resveratrol ile yapılan araştırmalarda deney grubu olarak fareler kullanılmış ve cilt kanseri olan farelerin ömrünü %70 oranında arttırdığı görülmüştür. Bu etki mekanizması ile birçok hastalık ve tedavi seçeneğinde resveratrolün rolü incelenmiştir. Yaklaşık yirmi senedir düzenli olarak yapılan araştırmalar, resveratrolün insan vücudu üzerinde hücre yenileyici ve hücre sağlığını destekleyici özelliğinin olduğunu kanıtlar niteliktedir. Bu araştırmalar arasında dikkat çekenlerden bir diğeri de Fransız paradoksudur. Fransızların uzun yıllardır az pişmiş etler, yüksek karbonhidrat kaynaklı besinler ve bol peynirli soslu yemekler tüketmelerine rağmen Japonya’dan sonraki en düşük kolesterol oranına sahip olmaları ve kalp damar hastalıklarına yakalanma oranlarının çok düşük olması önemli bir araştırma konusu olmuştur. Bu durumun sebebi olarak ise günlük iki kadeh şarap tüketimi gösterilmektedir.

Resveratrol kaynaklarına bakıldığında ilk sırada şarap geldiği görülse de yaban mersini, kara üzüm, dut, ahududu, böğürtlen, yer fıstığı, ananas ve sirkede de bolca bulunmaktadır. Resveratrol kaynağı olarak şarap yerine üzüm tüketilmesi ile ilgili bilgiler yer alsa da biyoyararlanım söz konusu olduğundan fermente olmayan resveratrol formalarının vücutta aynı oranda etki etmediği görülmüştür. Bu sebeple şarap tüketiminin üzüme oranla daha fazla resveratrol kaynağı olduğu kanısına varılmıştır. Fakat resveratrolün biyoyararlılığı en yüksek formu şüphesiz suplement formu olarak görülmektedir. Bu sebeple de sizler de resveratrolün faydalarından yararlanmak ve bu antioksidanı doğru şekilde kullanmak adına hekiminize ya da beslenme uzmanınıza başvurmanız sizin için en doğru tercihtir.

Kuersetin ve Glutatyon

Kuersetin ve Glutatyon

Beslenme söz konusu olduğunda akla ilk gelen antioksidanlar arasında kuersetin ve glutatyon yer alır. İlk olarak kuearsetinden bahsetmemiz gerekirse; serbest radikal hasarını önleyen, vücutta yaşlanmanın ve inflamasyonun neden olduğu hasarları gidermeye yardımcı olan özellikleri ile ön plana çıktığını görüyoruz. Kuersetinin bitki pigmenti olarak bilinmesi, bu yönüyle de renkli sebze ve meyvelerde bulunduğunu gösterir. Bu besinlere örnek olarak elma kabuğu, soğan, çay, yeşillik, mandalina, limon, domates, kırmızı şarap ve çilek gösterilebilir.

Kuersetinin vücuttaki başlıca etkileri arasında antibakteriyel özelliği ile bağırsaklarda, solunum yolunda, ciltte ve midede oluşan bakterilerin temizlenmesi yer alır. Özellikle son yıllarda kuersetinin alerji semptomlarını azaltmaya yönelik bir faydası olduğu üzerine araştırmalar yapılıyor. Bu araştırmalar sonucunda alerjik bünyeye sahip kişilerde düzenli kuersetin kullanımı ile belirtilerin azaldığı, özellikle mevsim geçişlerinde kişilerin bu süreci çok daha rahat geçirmelerine olanak sağladığı görülmüştür. Kuarsetinin en çok isminden söz edildiği bir diğer süreç ise covid-19’dur. İnflamasyonu önlemesi nedeniyle bazı hekimlerin covid döneminde kuersetin takviyesini önerdiği biliniyor.

Kuersetinin bu faydalarından yararlanmak ancak takviye olarak alınması ya da pratik olarak sebze ve meyveleri kabuğuyla tüketmekle mümkün. Vitamini kabuğunda deyiminin tam karşılığı olan kuersetin en çok elma kabuğunda bulunuyor. Günlük olarak alınması gereken doz ortalama 500 mg olarak bilinmekte ve düzenli sebze, meyve tüketen kişilerin günlük 250 mg kadar kuersetin aldığı görülüyor. Bu miktarı arttırmak adına kuarsetin takviyesi kullanımı öneriliyor.

Glutatyon ise; sistin, glisin ve glutaminden oluşan bir molekül olarak bilinir. Kuarsetinin aksine vücutta doğal olarak üretilen glutatyon, sağlıklı bir vücuda sahip olmak ve hastalıklardan korunmak için en gerekli moleküllerden biridir. Vücuttaki toksin temizleyici sistemin kilit ögelerinden biri olan glutatyon; güçlü bir antioksidandır, bağışıklık sistemini güçlendirir, DNA ve RNA hasarını önler. Bu etkilerine bir örnek olarak, ağır metallerin ve kimyasal toksinlerin vücutta glutatyona bağlandıkları ve bu şekilde ince bağırsağa taşınarak vücuttan uzaklaştırıldıkları verilebilir. Dokuları peroksidatif hasardan koruması ise, çok kolaylıkla hidrojen iyonu verebilmesi sayesindedir. Ayrıca mitokondri sağlığını koruması için glutatyonun çok kritik bir görevi vardır. Hücrelerin bölünmesi, mitokondri ile mümkün olduğundan, döngüde bir aksaklık olması durumunda kanser adını verdiğimiz kontrolsüz hücre bölünmesi durumu söz konusu olabilmektedir.

Glutatyonun içeriğinde bulunan aminoasitleri içeren besinlerin tüketimi ile glutatyon alımı arttırılabilir. Bu kaynaklar arasında; kırmızı ve beyaz et, lahana, karalahana, enginar, ıspanak, maydanoz, kuşkonmaz, mango, greyfurt, sarımsak, soğan ve avokado yer almaktadır.

D Vitamini

D vitamini

Son zamanlarda adından sıklıkla bahsettirilen D vitamininin kemik sağlığının korunması dışında da birçok özelliği bulunuyor. Bu özellikler arasında; depresyon eğilimini azaltmak, kas fonksiyonlarının gelişmesine katkıda bulunmak, bağışıklık sisteminin baskılanmasını engellemek, ağız ve diş sağlığının korunmasına yardımcı olmak, kan kalsiyum değerlerinin optimal aralıkta durmasını sağlamak yer alıyor. D vitamininin bizlere sağlamış olduğu tüm bu yararlara bakacak olursak, özellikle ülkemizde D vitamininin salgılanmasını sağlayan ışınların gelmediği bu aylarda takviye kullanımına özen göstermemiz gerekir.

D vitamini steroid yapılı bir hormon olup, vücudumuzun güneşten gelen UVB ışınları ile teması sonrası kolesterol ile aktifleşerek üretilir. Bu nedenle de güneşin D vitamini sentezinde önemli bir yeri olduğu açık olarak görülür. Fakat Türkiye’ye kasım ile mayıs ayları arasında yeterli miktarda UVB ışını gelmemektedir. Bu durum, bizlerin bu aylarda D vitamini eksikliği yaşama ihtimalimizi bir hayli arttırır.

D vitamininin D3 ve D2 olarak iki farklı formu bulunur. D3 formu sadece hayvansal kaynaklarda bulunurken, D2 formu bitkisel kaynaklarda bulunabilir. 2016 yılında yapılan bir araştırmaya göre D3 formu D2 formuna göre %83 daha güçlü bir form. D3’ün bu özelliği onun kemiklerde en az 2-3 kat daha fazla depolanmasını sağlıyor. Aynı zamanda D2’ye göre vücutta aktif forma çok daha kısa sürede dönüşüyor. Bu nedenle de beslenme uzmanlarının ve hekimlerin D vitamini takviyesi olarak D3 formunu tercih ettikleri görülüyor. Fakat şöyle bir durum daha var ki, D3’ün de aktif forma dönüşebilmesi adına magnezyum takviyesi çok büyük önem taşır. D3’ün depo formdan aktif forma dönüşebilmesi magnezyum takviyesi ile alınması gerekir. Aynı zamanda D vitamininin böbreklerde depolanarak kemik ve dişlere gelmesini engelleyen bir durum daha vardır. Bu da K2 formu olarak alınmamasıdır. D vitamini, D3K2 formu olarak alındığında, K2’nin emilim metabolizmasındaki görevi sayesinde D vitamininin diğer dokulara geçişi sağlanır.

 Tüm bu sebeplere bakıldığında D3K2 formunun D vitaminin referans değer aralığında olması adına kullanımını önerilmektedir. Peki D vitamininin referans aralığı nedir? Eksikliği nasıl anlaşılır? Bu sorulara cevap olarak kan tahlili sonuçlarındaki aralıklara bakmak yeterli değildir. Genel anlamıyla 30 ng/mL kan tahlillerindeki normal düzey olarak karşımıza çıkar. Fakat biz bu düzeyin 70-80 ng/mL aralığında olmasını isteriz. Bu nedenle de D vitamini düzeyini normal referans değerine yükseltmek adına; ihtiyacınıza göre damla, hap ya da ampul formunu kullanabilirsiniz. Bu noktada bir beslenme uzmanına danışmanız sizler için en sağlıklı tercih olacaktır.

Çocukların İştahlarını Arttıran Yöntemler

Çocukların İştahlarını Arttıran Yöntemler Nelerdir?

Çocuklarda bazı dönemlerde gelişim sürecine ya da psikolojik durumlara bağlı olarak iştahsızlıklar görülebilir. Çocukların gelişim süreçlerinin iştahsızlıkları nedeni ile kötü etkilenmemesi halinde genellikle bu durumun belirli bir süre içerisinde kendiliğinden geçtiği bilinir. Fakat çocuklarda görülen bu iştahsızlık durumu, bir süre sonra bazı rahatsızlıkları da beraberinde getirebilir. Bu rahatsızlıklar arasında en sık; idrar yolu enfeksiyonlarının, kulak, burun ve boğaz ağrılarının yer aldığı görülür. Aynı zamanda yutma güçlüğüne neden olan bazı durumlar, vitamin ve mineral eksiklikleri de iştahsızlığın oluşma sebepleri arasında yer alırlar. Çocuklarda görülen çinko eksikliği, psikolojik bazı sorunlar, aile içi sorunların çocuklarda bıraktığı sosyal etiler de iştahsızlık oluşumu nedenleri arasında gösterilirler.

Peki Çocukların İştahlarını Arttırmak İçin Hangi Yöntemler Kullanılmaktadır?

Çocukların iştahlarını arttırmak için biz uzmanların önerdikleri bazı yöntemler bulunur. Bu yöntemlerden bazıları şunlardır;

  • Çocukların belirli besin gruplarını yemek istememeleri ve ilerleyen süreçlerde o besinlere karşı iştahsızlık göstermeleri durumunda, besinlerin farklı şekillerde sunulmasını önerebiliriz. Örnek olarak yoğurt tüketmek istemeyen çocuklara, meyveler ile tatlandırılarak verile bilinir. Ya da yumurta tüketmek istemeyen çocuklara muz, yulaf unu ve yumurta ile sağlıklı pankekler hazırlanabilir.
  • Çocuklara yemek yemeleri konusunda ısrarcı olunmaması, yemek yemenin sonucunda ödül verilerek yemeğin ödülle bağdaşlaştırılmaması gerekir.
  • Çocukların yemek öncesinde çok fazla miktarda sıvı tüketmelerine izin verilmemesi önerilir. Bu sayede iştahları yemek öncesinde kapanmamış olur.
  • Çocuklara yemeklerin ilgi çekici sunumlar ile ya da şekillendirmeler yapılarak verilmesi de iştah arttıran yöntemler arasındadır.

Çocukların İştahlarını Arttıran Besinler Nelerdir?

Çocukların iştahının arttırılması için kullanılan yöntemler arasında beslenme planlarının düzenlenmesi de yer alır. Bu anlamda iştah arttırıcı ve besin değeri yüksek besinlerin beslenme planlarında yer almaları sağlanır. Bu besinler arasında en önemlileri şunlardır;

  • Yumurta ve Kırmızı Et: Çocukların gelişimlerinin tamamlanması adına protein tüketimlerinin önemli bir yeri olduğu bilinen bir gerçek. Aynı zamanda protein içerikli besinlerin çok fazla çeşitte hazırlanabildikleri bilindiğinden, çocukların sevdikleri şekillerde hazırlanarak iştahlarının açılması sağlanabilir. Protein kaynakları arasında bitkisel ve hayvansal olmak üzere; yumurta, peynir, kırmızı ve beyaz et, nohut, kuru fasulye gibi pek çok besin yer alır.
  • Meyve ve Sebzeler: Çocuklarda oluşan iştahsızlık durumunun mineral ve vitamin eksikliği dolayısıyla da oluşabileceği bilindiğinden meyve ve sebze tüketimine önem verilmesi gerekir.
  • Kalorisi Zengin Besinler: İştahsızlık sorununun azalması ve çocukların bu süreç içerisinde yeterli miktarda kalori alımının sağlanması için; ev yapımı meyveli yoğurt, fıstık ezmesi, kuru fasulyeli kek, ev yapımı hamburger ve pizza gibi pek çok iştah arttırıcı besinler hazırlanabilir.

İnek Sütü Zararlı Mı?

İnek Sütü Zararlı Mı?

Son zamanlarda inek sütünün insan sağlığına zararlı olduğu ile ilgili çok fazla sayıda görüş ortaya atılmaya başlandı. Bu görüşler arasında çoğunlukla, sütün içeriğinin insan vücudunun sindiremeyeceği besin ögeleri ve enzimler ile dolu olduğu var. Sütün içeriğine bakıldığında; steroid, pestisit, sentetik koruyucu, veteriner ilaçları, antibiyotik ve katkı maddeleri gibi zararlı pek çok madde olduğu görülebilir. Sütü kimyasal bir kokteyl haline getiren bu maddelerin ana kaynağı ise inekler. Günümüzde ineklerden doğal yollarla elde edilen sütün tüm dünya nüfusuna yetmesi imkânsız. Bu nedenle ineklerden beklenen bu yüksek oranda süt üretme yeteneği ancak ilaçlar ve iğneler ile mümkün olabiliyor. İneklere hem yetersiz besin verilmesi hem de fazla süt üretmelerine teşvik etmek için ilaç verilmesi, sütlerin içeriğinde pestisit kalıntılarının yer almasına yol açıyor. Bu durumda düzenli inek sütü tüketimi ile insanlarda antibiyotiklere karşı bir direnç gelişimi söz konusu olabiliyor.

 Sütün ineklerle ilişkilendirilen bir diğer önemli noktası da çok fazla miktarda büyüme hormonu içermesi. Bir insanın gelişimini tamamlaması yaklaşık 20 yıl sürerken, bir buzağının gelişimi 4 ay kadar sürüyor. Bu durumda zaten buzağının tüketmesi için üretilen inek sütünün insanlar tarafından tüketilmesi fazla miktarda büyüme hormonunun vücuda alınmasına neden olur. Bu büyüme hormonu yoğurt, peynir gibi fermente ürünlerde oksijensiz solunum yapan bakteriler tarafından tüketilebilir. Bu nedenle yoğurt, ayran, peynir gibi süt ürünlerinin tüketimine daha ılımlı bakılır. İleriki süreçlerde ise, büyüme hormonunun vücutta birikmesi ile birlikte olası bir kanser hastalığı durumunda hücrelerin daha hızlı bölünmesine ve dolaylı olarak kanserin ilerlemesine neden oluyor. Bu durum, bazı doktorların sütün kanser yaptığını açıklamaları nedenleri arasında.

İnek sütüne bir diğer açıdan baktığımızda ise dünya nüfusunun en az %65’inde bulunan laktoz intoleransı konusu ön plana çıkıyor. İnsanların doğumdan bir süre sonra sütten kesilmeleri ile laktoza artık ihtiyacı olmadıkları ve bu nedenle de büyük oranlarda laktoz ekspresyonu ile doğdukları söyleniyor. Bu durum laktoz intoleransının en büyük göstergelerinden biri. Aynı zamanda sütün içerisinde bulunan kazeinin de bağımlılık yaptığına dair çok fazla sayıda araştırma mevcut. Kazeinin tüketimi ile beyinde morfin benzeri kazomorfinler oluşur ve bu da bağımlılığa sebep olur. Yine hormonlarda olduğu gibi kazeinin de kanser hücresi oluşumunu desteklediği bilindiğinden, sütün kanser yapıcı etkisine katkıda bulunuyor. Tüm bu nedenlere bakıldığında; inek sütü tüketimi yerine soya sütü, badem sütü, yulaf sütü gibi bitkisel kaynaklı sütlerin tüketimini öneriliyor.